Kurumlar (Institutions) Yazı Dizisi 1

Batı nasıl gelişti de biz niye geride kaldık? Esas soru bu. Bu soru akademide ciddi matematikle tartışılıyor, biz verilen yanıtların ahlakını alıp tekniği almayacağız bu yazıda. Açacak olursak;

Ülkeler arasındaki ekonomik gelişmişlik farkı neden kaynaklıyor, hangi tarihte açılmaya başladı bu fark? “Ya biz Batı olarak nasıl geliştik de bu Ortadoğu olsun, Afrika olsun, Çin olsun niye gelişemediler? Biz neyi iyi yaptık da öne geçtik?” Bizim lise tarih kitaplarında anlatılan coğrafi keşifler+sanayi devrimi= 20,000 $ gayri safı milli hasıla hikayesini yeterli bulmamışlar demek ki, ya da genişletmeye çalışmışlar. Sanayi devrimi neden İngiltere’de oldu mesela, ya da ateşli silahları Çin buldu ama neden Avrupa’da zirve yaptı bu silahlar? Avrupa insanı çok zeki olduğu için miydi yoksa coğrafyası ya da kültürü mü avantaj sağladı? İslam dünyası neden geri kaldı? Sıcak bölgelerde oldukları için mi, İslam hukuku yüzünden mi, göçebe Türklerin ve Moğolların bitmek bilmeyen istilaları yüzünden mi? Avrupa ile Dünya’nın geri kalanı arasındaki mevcut fark 18. yüzyılda bir anda mı oluşmaya başladı yoksa zaten tarih boyunca yaşananlar Avrupa’nın bu gelişmişliğine zemin mi hazırladı? İşte, hepsi ve daha fazlası kurumsalcılarda!


İlk defa kendi bölümüme, iktisada dair bir şeyler yazacağım, bi heyecan yok değil tabi.

Giriş
Sebeb-i telifim nedir? Bu güzel mevzuları akademik dilden çıkarıp hikayeleştirerek yazmak, tıpkı derste bize Kıvanç Karaman’ın müthiş bi şekilde anlattığı gibi. Bir de öğrendiklerimi tekrarlamak niyetindeyim, bu konu ile yarı-ciddi düşünüyorum çünkü. Kurumlara ve kurumsalcılara çok kısa değinip, geçen dönem boyunca EC 482’de karaman hocanın bize sunumlarını yaptığı makalelerin temel argümanlarını anlatmaya çalışacağım. (bu sunumlardan da bayağı istifade edeceğim. Hatta yer yer Karaman’ın ifadelerini bile kullanabilirim, ders notları gibi yani biraz da.) Yapacağım şey ortaya yeni bir iddia atmak değil, belki olsa olsa aralara yardımcı düşünceler serpiştiririm en fazla. Halihazırda bu literatürdeki belli başlı argümanları matematiksel arkaplanlarına girmeden (girmiyorum çünkü ben de bilmiyorum.), oversimplified açıklamalar ortaya koymaya çalışacağım (inciğine boncuğuna kadar bilmediğim için oversimplified sunmak zorundayım zaten). Belki aralara üç beş fotoğraf vidyo da atarım çünkü 12. Yüzyıl avrupa feodal beylerinin atlılarını konuşurken yanda bi anda age of empires paladinleri beliriyor, arkadan stronghold’un müziği çalmaya başlıyor ben ne yapayım. Yazacaklarım akademi dünyasında neler dönmüş, bu adamlar neyi tartışıyormuş, ancak bunun genel bir fikrini verir herhalde. Akademik dilden kaçayım diye umarım yanlışlıkla intihal neym yapmam. Dil olarak da kolayıma gelen kelimelerde İngilizce’yi tercih edeceğim, yarı karışık olacak yani, dilimizi yozlaştırmayalım gibi bi derdim yok zira.

Kurumsalcılık ve Tarihi
Başlayalım: Şimdi bu kurumlar nedir, kurumsalcılar kimlerdir?
İktisat dilindeki kurumlar, günlük dildekinden farklı. Bu işin babası sayılabilecek North “oyundaki kurallar” diye tanım yapıyor ve ekliyor: “insan yapımı sınırlar”. Çok geniş bir tanım, yani kurumlar pek çok şeyi kapsıyor. Yazılı-yazısız hukuk, din, kültür vs. hepsi kurumların içine giriyor.

Peki kurumsalcılığın tarihi nedir? 1900’lerin başlarında çok popüler bu kurumsalcılık, political economy gibi de diyebiliriz, iktisadi meseleleri tarihten filan da yardım alarak çözmeye çalışıyorlar. Sonra 1929 büyük buhranı geliyor, bizimkiler kem küm ediyorlar, krizi açıklayamıyorlar. Kurtarıcı ise Keynes oluyor, bizimkilerin pabuçları damlara. Ta ki 80’lere dek. 80’lerde ise kendini yenileyerek çıkıyor kurumsalcılar. Tıpkı eskiden olduğu gibi kafa yapısı, ana tema aynı kalıyor ama metodoloji muazzam değişiyor. Diğer sosyal bilimleri hakir görüp dışlayan kibirli neoklasik iktisadın aksine, bu yeni kurumsalcılar iktisadi olayları vuzuha kavuşturmaya çalışırken tarihe, sosyolojiye, antropolojiye, coğrafyaya da başvuruyor. Esas onu karizma yapan ise, neoklasiklerin matematiğini de alması. Takır takır regression yapıyor, game theoretical modeller inşa ediyor. Böylelikle iddialarını sağlam bir zemine oturtabiliyor, delilsiz konuşmuyor. Ha tabi regression’larda da türlü türlü hile de var ama orası ayrı bi mevzu, şimdi bizimkilerin karizmasını çizmeye gerek yok. Neo institutionalism, Solow model’ı eleştirerek kendine yol açıyor. Solow model ne diyordu peki? Ülkelerin gelişmişliklerini teknoloji, kapital, labour belirler. Tamam eyvallah da, bunlar büyümenin sebepleri değil ki, büyümenin kendisi. Soru şu olmalı: Teknoloji ya da sermaye neden daha iyi bu adamlarda? Kurumsalcılık için neoklasik ana akımın bir uzantısı da denebilir metodolojileri açısından. Hasılıkelam, neo institutionalism (yeni kurumsalcılık) böyle bir şey işte.

Ülkelerin gelişmişlik düzeylerindeki farklılığı real GDP per capita (yıllık kişi başına düşen milli gelir) ile değerlendireceğiz. Life expectancy olsun, demokrasi olsun, efendim freedom of expression filan; bunlar bizim kriterlerimiz değil. O işe daha çok heteredoks/marksist development teorisyenleri bakıyor. Dediğim gibi, bu alan biraz neoklasiğin uzantısı, dolayısıyla o mevzuları pek kafaya takmıyor.

Makalelere geçmeden önce bir key term’ü vermekte fayda var: Great Divergence. Gelişmiş ülkeler bu mezkur farkı ne zaman açtılar? 19.yüzyılın ortalarında aşağı yukarı. Şu grafik çokça karşımıza çıkıyor:

GDP Per Capita (1500-1950)
k
Eh, artık argümanlara geçmenin vakti geldi. Makale makale ilerleyelim, bakalım kim ne diyor bu fark hakkında. Karaman hocanın tasnifini izleyip coğrafyacılardan başlayalım. İddialarını sunacağımız abilerin hepsi yeni kurumsalcı olmak zorunda değil tabi bu arada, yeri gelince bazı alakasız tipleri de zikrediyoruz.

Coğrafyacılar
Bu coğrafyacıların argümanları bizim kahve muhabbetlerinin akademi dünyasına uyarlanmışı gibi geliyor bana. “Sıcak insanı mayıştırır ya, soğuk adamı diri tutar.” “Soğuk iyidir iyi mikrobu kırar.” tadında sanki daha çok. Tabi böyle olması onları yanlışlamaz orası ayrı.

Montesquieu’dan başlayalım. Kendisi pek yetkin bir abimiz olmadığı için bu konuda atıp tutmuş desek yeridir. Bir alıntı yapalım.

“(…) no curiosity, no noble enterprise, no generous sentiment; inclinations will all be passive there; laziness there will be happiness. People are ... more vigorous in cold climates. The inhabitants of warm countries are, like old men, timorous; the people in cold countries are, like young men, brave..”

Yani diyor ki, siz sıcak bölgelerin leş insanları, siz iliklerine kadar tembellik işlemiş gariban sürüsü. Ne bir fikriniz var, ne bi merakınız, ne bi çabanız. Ama soğuk bölgenin adamı öyle mi? Bizi düşün mesela, diriyiz, genç gibiyiz, çalışkanız.

Zaten Montesquieu yönetim biçimlerini de “kendine yakışanı giymek” olarak tanımlıyor adeta. Mesela Mısır, sıcak bölgenin kalabalık nüfusu, oraya en güzel despotism gider diyor. Adamın bu düşünce yapısı üstteki paragrafı da doğrular nitelikte.

Sıcak bölgelerin insanlarının tembelliği üzerine söyledikleri basbayağı oryantalistçe geliyor bana. Arap-sıcak- yatıyor gün boyu. (O sıcakta çalışsın mı, tabi bi kaylule yapacak.) Ama Norveç insanı gün boyu çalışıyor sanki bana.

Hem, öyle acayip fazla çalışmanın filan da çok bi olayı yokmuş zaten: http://www.economist.com/blogs/freeexchange/2014/12/working-hours
d

Landes’in “The Wealth and Poverty of Nations” makalesiyle devam edelim. Landes Montesquieu’nun sıcak kötüdür/soğuk iyidir tezini biraz daha açıyor, detaylandırıyor. Sıcak insanları mayıştırır, çalışmaktan alıkoyar. Soğuk da aslında çalışmayı engeller. En iyisi orta yolu bulmak, peki ama nasıl? Sıcaktan korunmak çok daha zordu tarih boyunca, hatta klimaların soba+kömür ya da doğalgazdan pahalı olduğunu düşünürsek bugün bile zor. Ama sıkıca giyinip ya da kalın duvarlı bir barınak kurup soğuktan korunabilirsin. Landes sıcaklık insanı çalışmaktan alıkoyar derken bir şey daha diyor, ilginç: Sıcak, başkalarını çalıştırmayı ise teşvik eder. Ki bu da kölelik müessesesi. Ayrıca sıcak bölgelerde hastalık neym de çok oluyor, milyonlarca insan ölmüş Afrika’da. Şimdi çok acıklı bir tablo geliyor:s

Sırf malaria hastalığı, nam-ı diğer sıtma yüzünden 210 milyon insan ölmüş, dile kolay.
 Su kaynakları dea sıkıntı sıcak bölgelerde. Tropik iklimi  düşünsene , yağmur  yağacak ama ne zaman ve ne kadar  yağacak meçhul. Bir şiddetli yağmur yağıyor  topraktaki  tüm mineralleri mahvediyor, tarımı imkansız kılıyor. Ya  da kurak  bölgeleri düşün, Mısır’ı mesela, sağın solun  çöl, toprakların büyük kısmı tarıma  elverişli değil.  Dolayısıyla anca gidip Nil nehri boyunca sağlı sollu  yerleşiyorsun  az bi verimli alana. Ama yine sıkıntı. Hava  öylesine sıcak ve buharlaşma o kadar  fazla ki, suyu ne  depolayabiliyorsun doğru düzgün ne de tarım alanlarına   verebiliyorsun.


 Gelgelelim ılıman iklim kuşağındaki Avrupa’ya. Hava  biraz soğuk, mikropları  öldürüyor, güzel. Ama çok da soğuk değil, tarım da yapılabiliyor. Ne muazzam  kombinasyon ama. Golf stream’ı düşün mesela, düzenli de yağışın var üstüne.

Politik olarak da rejimlerin istikrarlı olması daha muhtemel Avrupa’da. Niye? Çünkü su kaynakları mesela Mısır’daki gibi bir elde birikmemiş. Nil’in önünü başını kim ele geçirirse politik kontrolü o ele geçirir, political instability olur. Political instability’i de –zıt argümanları da var ama- biz ekonomik gelişmenin düşmanı olarak alacağız.

Landes’in bir başka argümanına geçelim: Hayvan meselesi. Kuzeybatı Avrupa’nın tarımda kullanılan büyük, bol etli sütlü ve proteinli atları var. Fakat bizim Mısır ahalisi ya da tropikler gariban. Orta Asya’ya gelirsek, onların atları var eyvallah ama onlarınki de öylesine kıvrak, küçük ve hızlı atlar ki adamlar tarım yapmaya tenezzül etmiyorlar bu atlarla, onun yerine tarım alanlarını istila ediyorlar.
at

Peki madem Avrupa’nın atları bile tarım için bu kadar iyiydi, o zaman gelişmesi neden bu kadar gecikti? Atları sonradan mı besili olmaya başladı sanki, hep böyleydi. Sorunun cevabını ise iron cutting tools’a bağlıyoruz. Avrupalı masallardan da anlıyoruz ki evvelce her tarafta sık ormanlar vardı ama ne zaman ki iron cutting tools icat ediliyor; işler tersine dönüyor.

Şimdilik bu kadar.

Bir sonraki yazıda Jared Diamond’ın “Guns, Germs and Steel” kitabı üzerinden devam edeceğim inşallah, hadi selametle.


17.02.2015 http://ucurumfikirsanat.com/2015/02/17/kurumlar-institutions-yazi-dizisi-1/

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

mantık ilmine giriş denemeleri

Anadolu’yu Levent’e Bağlayan Köprü: Hisarüstü